*Sitemize Üye Olunca Elinize Ne Geçer?

<--- 1. Üye Olarak Linkleri Görebilirsiniz... --->

<--- 2. İstediğiniz Kadar Paylaşım Yapabilirsiniz... --->

<--- 3. Güzel Bir Forum Hayatı Yaşayabilirsiniz... --->


Join the forum, it's quick and easy


*Sitemize Üye Olunca Elinize Ne Geçer?

<--- 1. Üye Olarak Linkleri Görebilirsiniz... --->

<--- 2. İstediğiniz Kadar Paylaşım Yapabilirsiniz... --->

<--- 3. Güzel Bir Forum Hayatı Yaşayabilirsiniz... --->

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

● En Güncel Paylaşım Platformu ●

---Misafir--- Hos Geldiniz Daha iyi Bir Hizmet İçin Üye olunuz.ÜyeLer Link GörebiLir

    Sinsi Hastalık Siroz

    KeTo[N]
    KeTo[N]
    ● Co-Admin ●
    ● Co-Admin ●


    Sinsi Hastalık Siroz Empty Sinsi Hastalık Siroz

    Mesaj tarafından KeTo[N] Çarş. Ekim 13, 2010 10:38 am

    Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir
    mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına
    gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına
    verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her
    şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum
    olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku
    dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden
    dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi
    duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur,
    bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak
    olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
    Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un
    anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden
    yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan
    böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de Avusturya’da Karlsbad
    kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da
    böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga
    kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında,
    Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli
    tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk
    algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen,
    oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor
    koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu
    zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının
    başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar
    kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince
    önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için
    geçici tedbirlerle yetinmişti.
    Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22 Ocak 1938’de
    Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve
    sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri
    büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp
    çağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz
    olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
    Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat’ta Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı, 2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayi’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
    25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı
    toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı.
    Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu.
    Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart
    1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük
    kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin
    kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz”
    dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun
    tavsiyelerine uymaya çalıştı.
    Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı
    Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride,
    Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek
    bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu. Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay
    sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi
    konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu
    konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs’ta Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs’ta Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs’ta
    İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir
    daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit
    edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de
    dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader
    tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı
    döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde
    İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca
    kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
    29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz’da
    Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan
    Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
    Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi’nda Başbakanını,
    Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini
    sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül’de vasiyetini yazdı. 6 Eylül’de
    Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında
    toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda
    kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve
    yatakta dinlenilecekti.
    Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel
    durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık
    ilerlemekteydi. 16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı.
    20 Ekim’de
    koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü
    törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek
    istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya
    bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
    Sinsi Hastalık Siroz Tirnak-solSinsi Hastalık Siroz SpacerSinsi Hastalık Siroz Tirnak-sagZaferleri
    ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber
    medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının ve
    Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü
    tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır
    olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.


    1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son
    6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
    10 Kasım
    Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa
    boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan
    hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.
    Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
    Sinsi Hastalık Siroz Tirnak-solSinsi Hastalık Siroz SpacerSinsi Hastalık Siroz Tirnak-sag…Türk
    Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize
    içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin
    taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet
    Türkiyesidir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her
    vakit Türk Milletine güvendi… Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini
    ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan
    Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir.
    Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır...


    Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu, 16 Kasım’da
    Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine
    açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına
    saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile
    getirdi.
    19 Kasım’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit’te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20 Kasım
    günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı
    tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101
    tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de
    hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve
    askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta
    Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün
    naaşı 21 Kasım’da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi’nde
    hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara
    çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık
    bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir
    milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve
    çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir
    tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı
    duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal
    İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı.
    Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını
    uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet
    ve bağlılığını, 11 Kasım’da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
    Sinsi Hastalık Siroz Tirnak-solSinsi Hastalık Siroz SpacerSinsi Hastalık Siroz Tirnak-sag…Devletimizin
    bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık
    idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana
    minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber
    senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz...


    Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir' e nakledildi.
    O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider
    olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim
    sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel,
    ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki
    en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve
    insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.
    Atatürk’ün Kişiliği
    Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi
    kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman asker ve
    büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün
    başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı.
    Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman,
    eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün
    özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
    Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği
    tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler,
    akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan
    hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe,
    sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
    Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
    Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu
    özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük
    Nutuk’u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için,
    sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt
    “Türk Milleti’nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.
    Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok
    çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev
    aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu
    için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu
    konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
    Sinsi Hastalık Siroz Tirnak-solSinsi Hastalık Siroz SpacerSinsi Hastalık Siroz Tirnak-sagBüyük
    Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki
    boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu.
    Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini
    de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o
    binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak
    için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda,
    yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün
    çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını
    sürdürürdü.
    Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını
    gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır.
    Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve
    hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev
    belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende
    ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli
    eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü
    sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye
    kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı
    herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.


    Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward’ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı’nın aslında bir Nasreddin Hoca
    türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle
    uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker’in Amerika’yla ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
    Dünya
    milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik
    Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer,
    apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin
    yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey
    olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde
    tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika,
    büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet
    olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki
    bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.


    Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı’na Rauf Bey
    yerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı
    tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer
    yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken
    olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve
    önyargısız davranıyordu.
    Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece
    liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla
    liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi
    davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar
    vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan
    Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir
    lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi
    binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini
    bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip
    diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan
    Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında Japonya’nın
    tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk’ün bilgisi
    karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden
    mısralar da okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran
    kalmıştı. Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir
    kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi
    kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde
    planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili
    bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı. Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira
    diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi
    kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek,
    yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti.
    Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu.
    Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini
    sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de
    toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
    Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
    Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.


    Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini
    çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili
    varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride
    kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri
    bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu,
    onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri
    görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde
    oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
    Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni
    tamdı.
    İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça
    hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını
    da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi
    ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle
    kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında
    Padişah’a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem’e
    son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik
    davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla
    kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra
    onu affediyor, olanları unutuyordu.
    Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen
    olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu
    vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada
    yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde
    benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her
    konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı
    davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında
    fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her
    zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle
    Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin
    içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona
    hayran olduğu söylenmekteydi.
    Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
    Gördüğüm
    fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu
    kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya
    dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile
    birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden
    masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi
    bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam
    taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten
    önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik
    bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi
    iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde,
    köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol
    açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı
    ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi
    yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli
    seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.


    Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında
    birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur
    davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile
    birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı.
    Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.
    Mahmut Yesari’nin ağzından Atatürk’ün cesareti:
    Onu
    ilk defa siperde gördüm. Çanakkale’de Anafartalar grubu komutanıydı.
    Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde,
    kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir
    “Bey”di. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver
    Paşa’nın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha
    vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci
    hilekârlığı gördüm. Çanakkale’de çarpışan Türk kuvvetlerinin başına
    hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl
    erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire
    yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi
    dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm.
    “O”, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan
    yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden
    değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum,
    fakat “O”, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak
    doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. “Düşman
    siperlerine bakmak!” Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz
    açtırmazdı. “O”, bu “Göz açtırmayan” ateşe “Gözlerini kırpmadan”
    bakardı. “O”nu ben ilk defa “Korku bilmeyen adam” olarak tanıdım.


    Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup
    biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin
    yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi.
    Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü.
    Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını
    bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir
    simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti.
    Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi
    duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk,
    zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka,
    mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün
    kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden
    fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve
    güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir’in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane’ydi.
    Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade
    ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan Oğuzlara ithaf ettiği “Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;
    Hakikat Nerede?
    Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
    Tuna ezelden Türk diyarıdır.
    Bilinen tarihler söylememiş bunu
    Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
    Dinleyin sesini doğan tarihin,
    Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
    Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
    Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
    Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları
    Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
    Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
    Türk sadece bir milletin adı değil,
    Türk, bütün adamların birliğidir.
    Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
    Ey yığın yığın insan gafletleri!
    Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
    Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
    Hakikat nerede?


    Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam
    yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet
    eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen
    gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne
    gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat
    katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
    Atatürk, 1915–1937 yılları arasında birçok kez İstanbul’daki Pera Palas Oteli’nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş
    Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera
    Palas' ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada
    fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu
    açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı
    denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban' ın
    büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.

      Forum Saati Ptsi Nis. 29, 2024 3:02 pm